İMAN NEDİR

Cebrâil’in “İman nedir?” sorusuna Hz. Peygamber’in verdiği cevap
Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna, cennet ve cehennemin hak olduğuna ve Allah’ın Kur’ân’da emrettiği hususların tamamına kalp ile inanmak ve bunları dil ile ikrar etmektir.
İmanı sadece ikrar olarak tanımlayan KERRÂMİYYE hatalı görüştür.
İmanın sadece kalp ile tasdikten ibaret olduğu yani marifete ulaştıktan sonra dille inkârın küfre götürmediği görüşü CEHMİYYE hatalı görüştür.
Ehl-i Sünnet’e göre dil ile ikrar şarttır.
İmanın dil ile ikrar, kalp ile tasdik olduğu Hanefî-Mâtürîdi görüşüdür. Biz böyle itikad ederiz.
Eşʿârî kelâmcıları da bu hususta Hanefî-Mâtürîdi gelenekteki gibi bir iman anlayışı benimseyerek ikrarı tasdikle birlikte şart olarak kabul etmektedirler. Doğru görüştür.
İman-Amel İlişkisi ve Büyük Günah Sahibinin Durumu
Amelin imandan bir cüz değildir. Dolayısıyla müminler büyük günahların en büyüğünü işleseler dahi Ehl-i kıble oldukları müddetçe günahları sebebiyle onlar kâfir olmazlar.
Bunlar günaha düştüklerinden günahkâr(FASIK) müslümanlardır. Böyle itikad ederiz.
Allah’ın büyük günah sahibi olan müminlerden dilediğine günahları miktarınca cehennemde azap edeceğini, ardından onları cehennemden çıkaracağını belirtmekte ve büyük günah sahibi olan müminlerin ebedi cehennemde kalmayacaklardır. Böyle itikad ederiz.
“Küfürle birlikte taʿat fayda vermediği gibi imanla birlikte masiyet de zarar vermez” Mürcie görüşü. İzah gerekir ve açıklamaya ihtiyaç duyar.
Hâricî, Muʿtezilî ve Şiî ameli imanın bir şartı ve bir cüz’ü olarak kabul etmişler; “İman, dini kalp ile bilmek, dil ile ikrar etmek ve uzuvlarla amel etmektir” şeklinde bir tanıma gitmişlerdir. Farz veya nafile her taat ve amel hayırdır ve bu da imandır görüşünü benimsemişlerdir. Ehlisünnet böyle itikat etmez ….!!!!!!
İman artmaz ve eksilmez. İman ya kuvvetleşir ya zayıflar. Biz böyle itikad ederiz Mâtürîdî ve Eşʿârî ulemasının kahir ekseriyeti bu görüştedir.
Çünkü imanın artması ancak küfrün azalmasıyla, imanın azalması da küfrün artmasıyla izah edilebilir, bu durumda kişinin aynı durumda hem kâfir hem de mümin olarak adlandırılabilir, bu da mantığa aykırıdır.
Onlar gerçekten müminlerdir” el-Enfâl 8/4 ve “Onlar gerçekten kâfirlerdir” en-Nisâ 4/151. ayetlerinde müminlerin gerçekten mümin kâfirlerin de gerçekten kâfir olduğuna dikkat çeker bu mantıksızlık Kur’ân’a aykırıdır. Ancak imanda yakinde artma veya eksilme olabilir.
İman mecaz değil hakikattir Biz böyle itikad ederiz.
Eşʿariyye’de hem de Hanefî-Mâtürîdi gelenekte büyük günah sahibi olan müminin imanı sahihtir. Ancak günahkârdır. Öldüğünde ise ilahi bir affa veya şefaate layık görülmezse, günahı miktarınca cehennemde cezasını çektikten
Sonra imanı sebebiyle cennete vasıl olur. Bu durumda bu kişinin imanı için “mecaz” kelimesinin kullanılması câiz olmayıp bid’attir. Zira eğer Büyük günah işleyenin imanı mecaz kabul edilse, imanı olmadığı halde salih amellerde ve taatlerde bulunan kimsenin de küfrü de mecaz olur ki bu durum dine aykırıdır. O halde kişilerin imanı da küfrü de mecaz değil hakikattir. Zira bir kişi ya mümindir, ya münafıktır, ya da kâfirdir. Bunların herhangi ikisi veya üçünün aynı anda bir kişide bulunması mantıksız olup dinin özüne aykırıdır. Hakiki anlamda mümin olmayan kimse hakiki anlamda kâfirdir. Dolayısıyla büyük günah sahibi olan müminin, imanının hakikat değil mecaz olduğunu söylemek batıldır.
Kişinin kendisini mümin görmesi, mümin olarak ölüp rabbine mümin olarak teslim olmasına bağlıdır. O halde kişinin şeksiz-şüphesiz ben gerçekten müminim diyebilmesi için, mümin olarak öleceğini kesin bir şekilde bilmesi gereklidir. Bu da mümkün olmadığı için “İnşallah ben müminim dua mahiyetinde bizim itikadımıza göre söylenebilir.
Allah’ın Bir Lütfu Olarak İman
Ehl-i Sünnet’in alâmetlerinden biri de imanın Allah Teâlâ’nın bir lütfu olduğudur. Çünkü Allah başarıya eriştirmediği müddetçe kulun iman edemeyeceğinin bilinmesi gerekir.
Bu husustaki görüşleri üç kısımda incelemek mümkündür. Bunlardan ilki insana ait ihtiyarî fiillerin Allah’ın iradesinin ve kudretinin zorlayıcı tesiriyle meydana geldiğini savunan fırkaların ortak adı olan Cebriyye’ye ait olup, buna göre iman da Allah’ın ZORLAMASI İLE oluşmaktadır ve kulun bunda herhangi bir etkisi bulunmamaktadır. O halde kişinin, “Allah bana imanı lütfedinceye dek inanmayacağım.” şeklinde bir görüşe sahip olması gayet tabiidir. İkinci görüş ise Cebriyye’nin tam zıttı durumunda olan ve kullara ait ihtiyarî fiillerin yalnızca kulların iradesiyle gerçekleştiğini öne süren Kaderiyye’ye aittir. Kaderiyye’ye KADERCİLERE göre iman bütün yönleri ile kulun elindedir. Bu hususta Allah’ın herhangi bir lütfu yoktur. İmana layık olmak ve bunu ifa etmek tamamen kulun elindedir.
Üçüncü görüş ise Ehl-i sünnet ulemasının ve özellikle de Hanefiyye-Mâtürîdiyye’nin görüşüdür. Bu görüşe göre iman Allah’ın bir lütfudur. Kişinin “Allah beni hidayete erdirinceye dek inanmayacağım.” demesi câiz olmadığı gibi, kendini imanın hâlıkı, yani hidayete erme anlamında bütün tasarrufu elinde bulunduran kişi olarak görmesi de câiz değildir. Ebû Hanife el-Fıkhu’l-ekber adlı eserinde “Allah dilediğini kendisinin bir lütfu olarak hidayete eriştirir dilediğini de adaleti gereği dalâlete düşürür.”Bizim itikadımız böyledir.
ULÛHİYYET Allah’a İman
Kişinin öncelikle Allah’ın varlığına, birliğine, hiçbir şerikinin bulunmadığına ve bütün sıfatlarına inanması gerekir. Şirkin Allah’a eş koşmak büyük günahların en büyüğü olduğu hususunda ulemâ ittifak halindedir. Eşʿariyye ile Hanefiyye-Mâtürîdiyye’nin geleneklerine göre şirkin haricindeki büyük günahların hiçbiri kişinin imanına halel getirmez. Ancak şirk ise imanı ortadan kaldırır ve kişiyi küfre düşürür. Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Onun haricinde dilediği kimselerin günahlarını bağışlar. En-Nisâ 4/48 Yine Hz. Peygamber’e sorulan “Ey Allah’ın Resûlü! Bu ümmet içinde küfrü gerektiren bir günah var mıdır?” sorusuna onun “Şirk dışında hayır” şeklinde verdiği cevabı bunlardan biridir.
İbrahim YERLİKAYA (Şavki)