Benden Bana (Vahdet)

Benden Bana (Vahdet)

Kelimeler kelimelerin ardında manayı inşa eder iken , bu bedende bir ben oluşun yapı taşları ise hücrelerdir . O milyarlarca hücreye ben deyişin bir hikmeti olsa gerektir ki , alem bu çoklukların hep tümüne birden ben diyen varlıklar manzumesi ile dolmuştur. Bir yandan Vahdet i vücuda çıkar iken yollar bir yandan ise kıyısından bile geçmez desek ne mana ifade eder ola okuyana. Dahi yazan da acizdir bu cümleyi şerh etmekten. Nitekim tekliğin olduğu, vahdetin olduğu yerde şerh de lüzumsuzdur. Çokluk var ise bu ben oluşun hikmeti nicedir . 

Asli olan mutlak tek varlık için her şeyin asliyeti kendisidir

Çünkü kendisinden başka varlık sahibi asliyette yok iken , aslında çokluk diye müşahede ettiğimiz her şey asli mutlak varlığın sonsuz suretlerinden bir surettir ancak . Bu her suretin bütün olan mutlak varlıktan bir nasibi ve nispeti olması sebebiyle aynı zamanda o bütünün şuur ve benliğinden bir ben de zuhur eder . İşte bizleri çokluk aleminde şahitler yapan , deneyimlere sokan ve çıkaran bu benlik aslen Mutlak olan varlığın varlığından bize sirayet eder . Mutlak varlık kendi mükemmelliğinde ve değişmezliğinde var olsa dahi o her bir suret kendi haricinde ki diğer suretlerin nazarında eksiklik içerir . Bu eksikliğin bütüne olan , mutlak varlığa olan aşkından ve iştiyakinden dolayı diğer tüm suretlerle ilişki kurmak , tesir alıp vermek ihtiyacı içerisine girer . Burada artık tekamül dediğimiz kavram ortaya çıkar ki bu aslen her varlığın mutlak varlığa olan yolculuğunu ifade eder . Bu yolculuk esnasında varlık diğer suret , fiil ve isimlerle karşılaştıkça kendi tezahür ettirdiği suretin ve o suretin kapsamında bir takım aldığı tesirlerin etki, iz ve değiştirmesi ile diğer suretlerden kendi planına bilgi ve deneyim çekmeye başlar . Bu bilgi ve deneyim ile ilk önce kendisinde saklı olan kudret , isim ve fiilleri keşfeder , sonra onların kapsamını , sınırlarını , etkisini anlar , ve bunları ortamın şartları içerisinde en saf haliyle ortaya koymaya çalışır . Bütün bu ameliye ancak varlığın bir irade beyanıyla mümkündür . İrade ise aslen varlıkta gizli olan suretlerin kendini her koşulda ispat etme çabasıdır . Çünkü o suret sadece o varlıkta kendine has ve orijinal bir şekilde saklanmış olarak bulunur ve bu orjinaliteyi tezahür ettirmeyi varlık mevcudat elemine geldiği anda bir misyon olarak almış ve kabul etmiştir . Bu biriciklik mutlak olarak her varlıkta mevcut olup yine orjinalitesini Mutlak varlıktan izafe olarak almıştır . Ve buna ister içgüdüsel olarak diyelim ister bundan başka yapabileceği bir şey yoktu diyelim ki meselenin anlaşılması için bir ayna örneğinden hareketle bir ayna ancak kendi karşısında hangi suret var ise onu yansıtmaya memur oluşu gibi varlıkta kendisinde ki gizli olan biricik sureti yansıtmaya memur olmuştur . Ancak bu suretin dış kaynaklardan gelen diğer etkileşim , tez ve antitez lere karşı kendi varlığını sürdürmesi noktasında irade , kendi asliyetini diğer tesiratların karşısına kendi orjinalitesini koyarak yapar . Dışarıdan gelen etkileşimlere karşı varlığın kendi orjinalitesini beyan edişi haricinde irade aslen kendi iç akışları , değişimleri , etkileşimleri karşısında da aynı direnci ortaya koymakla memur olmuştur . Yani irade aslen en az iki farklı menşeyden gelen etkileşimin çatışmasıdır da denebilir . 

Varlığın İradesi

Varlığın iradesi aslen onun kalmış olduğu çatışma ortamının meydanıdır . Bu kuvvetleri iç ve dış olarak ayırdık aslen bunu dahada öteye taşıyıp yatay ve dikey planları da eklemek lazım . Yatay planda olanlar birincisi varlığın kendi orjinalitesi, ikincisi bu orjinalitenin karşısında duran diğer varlıkların orjinaliteleri ve biricikliği , bir diğeri varlığın bir beden taşıyor olmasından mütevellit o bedenin ihtiyaçlarını ifade eden nefsin varlığı sürekli meşgul ederek aşağı çekmesi diye sınıflarken buna bir de dikeyden , yani mutlak varlıktan gelen kader , ilham , sezgi gibi etkilere maruz kalmasını sayabiliriz . Varlık tüm bu aşağıdan , yukarıdan ve yataydan gelen tesirlerin merkezinde yani çatışmanın tam ortasında bulunur . Burası iradenin şiddetli bir şekilde kullanılmasının gerektiği bir alan olup bu gelen tesirlerin ayıklanıp , ihtiyaçlar ve hedefler  doğrultusunda yönlendirilmesinin gerektiği bir dönemi anlatır . Ancak irade de Mutlak varlığa nazaran izafi bir kavramdır . Çünkü varlık olmanın bir icabı olarak varlık veya kesret alemi zaman ve mekâna tabi olmak durumundadır . Mutlak varlığın ise bu iki şiddetli düzleme dahil olmayışı aslen onun katında irade yi geçersiz veya tamamen Onun varlığına tabi kılarak etkisiz ve geçersiz kılar . Yani irade varlık âleminde müşahede edilirken vahdet aleminde etkisiz elemandır . 

İrade üzerinde durmaya devam edeceğiz çünkü varlığın bir ben olduğunu müşahede ettiği her alanda , yani varlığın kendini biricik bir varlık olarak müşahede ettiği her anda irade mutlaka vardır . Daha sonra bu iradenin gittikçe flulaşarak inceldiği hatta neredeyse kaybolmaya yüz tuttuğu bir aşamaya geçinceye kadar tüm yol boyunca kullanacağını bilerek onu doğru anlamak önemli . Gelen tesirlerin aşağıdan mı yataydan mı , dikeyden mi geldiğini , bunlardan hangisini , hangi zamanda ve hangi şiddette kullanmak gerektiğini bilmek için iradeyi varlığın didik didik etmesi gerek adeta . Biz ilk aşamalarda iradeyi direkt “ Ben “ diyede tanıyabiliriz . Ama daha sonra bu kavrama yeterince sirayet ettiğimizde bunların ayrışması gerektiğini de göreceğiz . 

İradeyi doğru anlamak için “Ben “ nedir bunu anlamak gerek öncelikle 

“Ben “ veya benlik her varlığın hayatı ve içinde bulunduğu ortamı , şartları müşahede eden şuur anlamına gelir . Ben kavramı genellikle bu müşahedelerin yapılmasını yüksek oranda sağlayan beden den beslenir ve bu yüzden eksik bir anlayış olarak  beden ile özdeşleşir . Bedenin gelişmişliği oranında müşahedeler de derinleşerek çeşitlenir . Oysa şuur sadece bedenin varlığa sunduğu cihazatların toplamı değildir . Çünkü varlık sadece maddeden , madde bedenden müteşekkil bir varlık değildir . Bedenin varlığa sunduğu imkanların çok ötesine taşabilen başka bir kanaldan da beslenmektedir bu şuur . Bu kanala sezgisel kanal veya ilhamat da denebilir ki maddenin imkan ve kabiliyetlerinin çok ötesinde  tezahür eder . Elbette bunu maddenin sınırları içerisinde anlamaya çalışan ekoller bulunmakla birlikte bunlar nispeten bu ilham ve sezgileri açıklamak için çok zorlamalı yorumlar olmaktan öteye geçmez ki bu bu nacizane ruhun varlığını kabul eden tüm disiplinlerin yorumudur .

Yapılan birçok ruhsal araştırmalar göstermektedir ki asli olan beden gibi görünmekle birlikte aslında Ruh varlığının koruma , gözetme , sevk ve idaresi altında gerçekleşmektedir bedenin faaliyetleri . Buradan da aslen bedenin ruh tarafından kullanılan bir cihaz olduğu yahut ruh tarafından kullanılmaya çalışılırken toprak bedenin muhalefeti ile karşılaştığı ve irade ile ikisinden birine varlığın yol verdiği bir muharebe meydanıdır beden . Beden almış olduğu bilgiyi işleyen bir mekanizma olarak varlığın idaresini bir başına tezahür ettirebilecek kudrete haizdir ancak iyi ve kötüyü seçme noktasında ya bilgi ve tecrübesini referans alır veya sezgi ve ilham ki en önemlisi vicdan kanalından kendisine sürekli gelen sevkler yönünde yürümeyi tercih eder . Bu ikisi yani akıl ve vicdan her zaman çatışma halinde bulunmaz. Ama bu çatışma genellikle bedenin ihtiyaçlarını başka varlıkların ihtiyaçlarından daha geride , önemsiz, ehemmiyetsiz  bir pozisyona yerleştirdiğimiz de ortaya çıkar . Çünkü beden yani daha ruhun yönergeleri ne aşina olmamış bir varlık için beden , onun bilebildiği tek realitedir ve onu evrenin merkezinde olarak konumlandırmıştır . Yani toplumun çıkarlarından daha çok bedenin yaşamsal ihtiyaçları , konforu ve zevki için kendini disiplinine , organize etmiştir .  Beden dediğimizde milyarlarca hücrenin ortak  bir amaç için biraraya gelmesini anlamak gerek . Hücrelerin kendilerine ait en temel şuur ögesi ise varlıklarını devam ettirmek ve haiz olduğu bilgiyi bir sonraki kuşağa aktarmak anlaşılır . Hepsi birden bu şuurda olan bir ortak yapıdan daha yüksek bir şuuru oluşturmasını beklemek çok güçtür. Oysa insan bu basit içgüdülerin çok ötesinde diğerkamca hareketler sergiler . İşte bu hareketlerin kökeni onun çok daha ilahi bir platformun , varlığın kontrolü altında , etki ve tesiratı altında hareket edebildiğinin işaretidir ki biz buna yazının başında yukarıdan gelen tesirler , vicdan , sezgi ve ilhamatlar demiştik. Bunlar insanda ki ve aslen tüm varlıklarda ki ruhun tezahürleridir . Çünkü madde çok daha basit içgüdüler altında daha çok benci davranışlar , şahsi çıkarlar dinamiğini ancak tezahür ettirebilecek kudrettedir.

Varlık ne kadar ruhuna yakınsa , ne kadar Mutlak varlığa yakınsa o kadar şahsi menfaatlerin ötesine kanalize olmuş hayatlar yaşar , tercihlerini bu yönde kullanır . Tabi bu şahsi menfaatler meselesi de varlığın çokça didiklemesi gereken , her hareketinin içerisinde gözlemler yaparak kendini kritize etmesi gereken bir mesele . Bu öncelikle başka varlıkların , ailemizin , arkadaşlarımızı , eşimizin , çocuklarımızın yani bizden hariç varlıkların hayatlarını gözlemlemek olarak başlar . Çünkü varlığın kendisini eleştirilerin merkezine koyması acı verici bir deneyimdir. Bunu başkalarının üzerinde yaparak alıştırmalarına başlar . Başkaları diye gördüğü her varlığın aslında kendisi olduğunu anlayıncaya kadar da buradan hareket etmeye devam eder. Bir defa müşahede ettiği her şeyin aslen kendi varlığından bir parça olduğunu anlayınca da varlık artık dışarısı ,içerisi , başkası diye ayırmaz her gördüğünden kendine hisse alır . Bu durumda ellere dilsiz sözsüz kendine ise zalim olur . Adeta bu dışarısı içerisi ilizyonu tersine döner. Dışarısı içerisi olur, içerisi dışarısı haline gelir . O kişi için kainat kendini seyrettiği bir ayna , kendisi ise kainatın onda seyrettiği bir alem olur .

Hamdi Kemal BAYRAM